1.5.2012
Bazen en umulmadık zamanlarda ağız dolusu kahkahalar içinde, etrafında dostlarınla, arkadaşlarınla keyifli sohbetlerde, kimi zaman en mutlu ortamlarda eğlenceli vakitlerde, kimi zamanda çocuklar gibi oyun parklarında oynarken her şeyin donup, yalnız başına kaldığını ve kimselerin olmadığını anladığında… İşte o vakit gelip çattığında bir bakarsın ki gün kapamış gözlerini, gecenin gözleri pırıl pırıl… Birkaç yıldız, ay belki en güzel haliyle kucaklarken seni susmak istersin. Çünkü konuşacak kimsen kalmamıştır, güleceğin bir bahanen kalmamıştır, kucak açtığın sohbetler bitmiştir. Bir kağıt ve bir kalemden ibaretsen eğer o vakitte. Yalnızlığın dibine vurduğunda yazmaya başlarsın. Yazarken günün gülmelerinden uzaksındır. Ağlamak istediğin ne varsa işte o kelimeler arasında boy göstermeye başlar. Canını acıta acıta, yazılarında kanaya kanaya yol alırsın. Bir de bakmışsın ki bir tek senin değil, okuyanında gözyaşlarıyla ıslanmaya başlarsın. Şairlerin ve yazarların odak noktasıdır bu! Nasıl mutlu olursun… İçimizde bir acı var ki, anlat anlat bitmez…
Hayat sen beni neden yoruyorsuuuuuuuuun : ))) dediğin yerdesindir. Yapmayın ağabeyler ablalar. Kanatmayın bizi…
Yıllar önce rahmetli Barış Manço’nun bir programında Azeri bir şarkıcı şu an ismini hatırlayamıyorum, Doludizgin Programı vardı oraya katılmıştı. “Siz Türkler o kadar güzel şarkı söylüyorsunuz ki, siz söylerken etkilenmemek mümkün değil. Çünkü siz acınızı sözlerinize, sesinize çok iyi yansıtıyorsunuz. Bu nedenle çok iyisiniz” demişti. Nereden aklıma geldiyse… Biz bu acılarımıza neden bu kadar sıkı sıkıya sarılıyoruz acaba… Ben kendi adıma acıyı okumayı sevmiyorum. Çünkü hayat gerçekten çok yorucu. Bu nedenle gülmeyi kendime görev biliyorum ve nefes aldığım her saniyemde ağlamak yerine gülmeye çalışan biriyim. Hiç derdim tasam yok mu? Olmaz mı... Ve her gece yapayalnız kalıp kağıt ve kalemden ibaret kaldığım zamanlar hiçbir şey yazamayan nadir kişilerden biriyim ben… Şimdiye kadar yazdığım hiçbir şiirimi de mutsuz, dertli, ağlarken, bir çok şeye küfrederken, acılar içinde yazmamışımdır. Ben ne zaman mutluysam o zaman yazabilen biriyim.
Tabi elbette herkes benim gibi olsun diye söylemiyorum. Sadece gülümsemek daha kolay ve mutlu olmaya çalışmak bir gülümsemeye bağlıyken… Bunu kullanmayı denesek diyorum… Hem mutluluk bulaşıcıdır arkadaşlar. Sabah kalkıp yola düştüğünüzde işe giderken, kapıdan çıkar çıkmaz önce komşunuza, sonra apartman görevlinize, otoparktaki gence, köşedeki simitçiye, işyerindeki güvenliğe, ofisteki arkadaşlarınıza hem günaydın deyip hem gülümseyin bakalım. En berbat, en kötü, en suratsız adamların bile kalbini ısıttığınızı hissedeceksiniz. Hava kötüyken ruhu daralanlara da, korkunç bir gece geçirip sabah işe gitmesi gerekenlere de, pazartesi sendromum var çalışmak yerine yatmayı tercih ederim diyenlere de tavsiyem bu. : )))
Antalya’da yaşarken bi televizyon kanalında çalışıyordum. Evim işyerime yürüyerek 45 dakikaydı. Ben yaklaşık 1 yılımı her sabah ve akşamı geri dönerken yürüyerek, deniz kenarına inip yol boyu uğrak yerleri yaparak kendime, mutlu ama çoook mutlu anılarla yaşadım orada. Kimsenin yanında olmadığında, yapayalnız kaldığında, seni hiç tanımayan insanlara gülümsemenin ve karşılığında hissettiğin güzelliğin paha biçilemez olduğuna şahidim. Denemekten ne çıkar, yarına bambaşka uyanabilmek elimizde…
Topluca mutsuzluğumuzu bir demet çiçek gibi elimizde her daim gezdirerek yaşamak yoruyor bizi. Bu nedenle diyorum ki, o bahsettiğim demeti elinizden atıp, ağız ve kulak mesafesini azaltmaya bakın. : ))))Başka türlü geçmiyor hayat. Bakalım şiirlerimize, yazılarımıza bu davranış ne kadar yansıyacak.
Uzun uzun yazmayacağım. Bu hafta hangi filmler girdi vizyona, kim nerede kiminle ne yapıyor hiç takip edemedim. Yoğun bir hafta geçirdim. Daha yoğun bir haftaya giriyorum. Ama bazı çıkan kitaplardan haberdarım. Bunlardan size haftaya detaylı bahsedeceğim…
Demem o ki; gülmek için milyonlarca sebebimiz varken, mutsuzluk için birkaç nedeni ortadan kaldırmak elimizde…
Annem kansere yakalandığında en çok o gülmüştü biliyor musunuz? Tedavi süresi anlatılamaz şekilde berbattı. Onu görmemiz bile yasak karantina da, tüm bağışıklığını yitirip herkesten uzak 4 ay geçirdi. Telefon yasaktı. Konuşamıyordun, göremiyordun, sadece belirli zamanlarda. Bizi gördüğünde ağzından duasını da, gülümsemesini de kaybetmedi. Dediği tek şey vardı…
“Hayat o kadar kısa ki, ne zaman ne olacağımız belli değil. Oturup ağlamak yerine gülmeyi deneyin. Ben bu halimde gülebiliyorsam karşımda sakın ağlamayın. Hem ölüm herkesin başına gelecek, arkamdan dua edersiniz ben yine duyarım sizi…”
Annem o berbat süreci atlattı, halen hayatta. Hayata tutunmanın en büyük güzelliğini öğrettiği için minnettarım. Şimdi bunu oturup ağlamak için, ağlatmak için yazmadım. Her şeye rağmen dimdik durup, kendimizi bunalıma sokmak yerine, ondan kurtulmanın ne kadar kolay olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ben inadına gülmeyi seçtim. Sizde tercihinizi yapın. Mutsuzluğu çağırdığınız sürece yanınızda olur, çağırmazsanız zaten öyle bir şeyin olmadığını anlayacaksınız…
Bu hafta için teşekkürlerim var… Üsküdar’a giderken aldı da bir güneş dediğim ve güneşlenip sağ kolumun yanmasına sebep olan dostuma : ))) Adını veremeyeceğim ünlü biri… Jale’ciğim Malatya’da yalnız bırakmayacağım seni, sen oralardan çok daha uzaktayken bile en kötü zamanlarımda yanımdaydın. En kısa zamanda yanındayım. Yazar Solmaz Akça ve Mert Ayan sizlerle sohbet muhteşemdi… Önder çok neşeli aslında ama bana kızma… Teşvik etmekte iyi bir adım olsa gerek : )))
Siz hiç Onur Köybaşı okudunuz mu?
Şimdi okuduğum kitabı en kısa sürede sizlerle de paylaşacağım. Biraz merak edin. :))
Haftaya en şenlikli halimle burada olacağım. Ya siz?
Mutlu, keyifli, heyecanlı, aşk dolu, güneşli, bereketli, başarılı, huzurlu, muhteşem, gülümseten bir hafta hepimizin olsun...
Saygımla.
Banu Kalyoncu