7.11.2016
Herkese merhaba, hafta sonunu geç bitiren ve pazartesiye geç başlayan biri olarak geldim : ))
Hiç bitmeyeceğini zannettiğim bir hafta sonu geçirdim. Bir ıslığın peşinde dolandım. Bir şarkının diline düştüm. Çığlık çığlığa boşaldı en sonunda. Çığlık çığlığa koştum bir eriğin ardından, Yaşar Kurt’tu aslında çığlığa ses olan, ben sustum. Cumartesi böyle geçti gitti. Çok işim vardı pazar sabaha karşı uyudum, sabah on gibi Pınar uyandırdı, “kalk kahvaltıya geliyorum”. Fırladım ve kendimi trambolin üzerine attım. Spor hocam metabolizmanı hızlandıralım, diyet yanında bunu da yapacağız dedi : ))) Pınar elinde çiçeklerle geldi, her zaman olduğu gibi zarif ve narin arkadaşım benim. Kahvaltıyı hazırladı, sohbet, hayaller-hayatlar derken kendimizi dışarı attık. Ablam çok alternatifli birkaç market ismi sayınca Metro’da bulduk kendimizi. Gezdik, dolandık, topladık derken eve döndük. Bitti mi Pazar? Bitti.
Hafta sonu böyle hem çalıştım, hem arkadaşımı gördüm, hem alışverişi hallettim. Fark ettiniz mi siz de? Nasıl hızlı ve dengesiz geçiyor günlerimiz. Bizde mevsimlere döndük. Sabah ayrı akşam ayrı bir hava ile dövüyoruz bedenimizi ve ruhumuzu. Sonbaharı hep sevmek istemişimdir çocukluğumdan beri ama bir türlü ısınamadım. Renklerini sevdim sadece. Ben yazı severim, aydınlık, günlük-güneşlik, hem mutlu hem de sevgi doludur çünkü. Heyecan verir, umut verir, aşk getirir. Sonbahar bana hep kötü haberler ve ölüm haberleri getirmiştir. Bunu çocukken anlamıyoruz. Birileri ağlıyor, ellerinde kitaplar okuyorlar, dualar ediyorlar, çok kalabalık var. Sonra herkes birdenbire kayboluyor. Yüzlerin gülmesi günleri alıyor. Biz çocuğuz tabi bir şeyler oluyor farkındayız ama zaman hızla geçiyor ve mevsimler değişiyor. Güneş yüzümüzde nasıl güzel, nasıl umutlu. Hayat böyle işte, bir taraftan tokat atarken, bir taraftan elini tutup bulutlara çıkartıyor. Oysa acı hepimiz için tepkili.
Acı demişken aklıma izlediğim filmler geldi. Ama önce! Geçen hafta yazımı okuyup, henüz ben kendilerini aramadan beni arayan Sinemia yönetimine ve ekibine teşekkür ederim. Daha önce satın aldığım ama hiç kullanamadığım 6 aylık kartıma telafi edecek güzel bir yükleme yapıldı ve kendimi sinema salonlarına attım. Tabi benimle birlikte ablam da Sinemia kartını yükledi, onun iki öğretmen arkadaşı da, yarın birisi daha yüklüyor. Biz her gün istediğimiz seansta, istediğimiz salonda, istediğimiz filme gidebiliyoruz. Böyle olunca her hafta size akıştan ve izlediğim filmlerin içeriğinden dilediğim gibi bahsedebileceğim. Belki sitemizin sinema bölümünü bile daha aktif yapabiliriz.
Dan Brown’ın aynı ismi taşıyan romanından uyarlanan ve “Melekler ve Şeytanlar” filminin devamı olan “Cehennem”. Filmin başında korkunç bir acı ile başlıyor. Sonra bir kovalamaca, sonra kendini kapalı bir kutu içinde sürüklenen ve çıkışı arayan avcı gibi hissediyorsun. Tarihi mekanlar, müzeler, şehirler, sırlar içinde ne kadar kaygısız ve uzak olduğunu anlıyorsun. İstanbul gibi muhteşem bir şehirde yaşayıp her defasında neden bu kadar az gezip, tarihini neden okumadığımı sorguluyorum. Ahmet Ümit’in kitaplarını okuduğumda da hep bu oluyor. Cehennem, aynı kitapta olduğu gibi nasıl bir sonraki sayfayı okutuyorsa, film de hiç sıkıcı değil, sürükleyiciydi. Sonunda harika bir Ayasofya ve Yerebatan Sarnıcı sahneleri var. Ama ben Floransa’da kaldım. Siz en iyisi bu filmi izleyin ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Bu geçtiğimiz hafta sonu en çok izlenen film “ İkimizin Yerine” olmuş. Biliyor muydunuz? Kimler gitti? Hürriyet aynen şöyle yazmış, “Geçtiğimiz hafta 332.216 gişe rakamı ile son 10 yılın en iyi açılış yapan aşk filmi olan İkimizin Yerine, başarısını ikinci haftada da devam ettirdi.” Reklamın gücünü işte burada görebiliyoruz. Öncelikle film başlıyor, tutuk ve soğuk. İçinden bi fırtına geçsin istiyorsun, biraz heyecan, aşk nerde oluyorsun. Filmin iyice sonlarına doğru biraz hareket başlıyor. Sonra onu yine kaybediyorsun. Acı bitiyor. Gerçekten o acıyı hissediyorsun. Ama benim çok güzeldi değil, güzeldi bile diyeceğim bi izlenim olmadı. Serenay Sarıkaya’nın oyunculuğunu sevdim. Ama keşke başka bir filmde izlemiş olsaydım.
Bakalım bu hafta hangi salonlarda neler izleyeceğiz. Mesela Trump Towers’ın salonlarında sinema izlememek için elimizden geleni yapacağız. Mahalle arası gibi susmayan telefonlar, patlamış mısır yiyeceğiz diye poşet sesini susturmayan insanlar, çekirdek çitlemeler, salon kapısının açık tutulup her telefon görüşmesinde araya çıkanlar ve dönünce yanında oturana konuştuğunu anlatanlar, zaten koltuklar rahatsız. Gerçekten çıldırmak üzereydik. Ama bir daha gidersem büyük bir paket çekirdek götüreceğim ve Dr Strange ve Ekşi Elmalar’ı izleyeceğim : )))
Sinema salonlarından kitap raflarına geçecek olursak, Ayşe Kulin yeni kitap çıkarttı. Biliyorsunuzdur. “Kanadı Kırık Kuşlar” başlangıcı zor bir seyahatte hızla ilerleyen bir yol gibi. Yine bir kadın hikayesi ve tarih içinde ilerleyen satırlar. Ayşe Kulin’in bir imza günün de sohbet etme şansımız olmuştu. Nazik, çok zarif, mütevazi, tane tane harika Türkçesiyle, muhteşem bir kadın. Kitabı okumaya henüz başlamadım, birçok yorum okudum sadece. Çünkü elimde bitirmem gereken kitapları aradan çıkartıp sakin bir kafayla ve hafta sonu yapacağım yolculukta okuyacağım. Allah ona çok uzun ve sağlıklı bir ömür nasip etsin. Çünkü diğer kadınlardan hep ayrı tutuyorum. Ayşe Kulin okumak benim için, diğer kadın yazarlar da okuduğumda uçup giden hikayeler yok. Mutlaka ucundan kıyısından dost olduğum, bir şeyler bulduğum, dokunduğum, yanıma aldığım bir anı bırakıyor. Hepimizin böyle yazarları yok mudur? “Kanadı Kırık Kuşlar” bi iç çekme ama fazlasıyla umut getirecek gibi bana. Yorumlarımı haftaya okuyabilirsiniz. Önder ile kitap raflarından bulduklarımızı da anlatmak istiyorum.
Geç gelen ama hiç bitmesin istediğim yazıma burada son vereceğim. Bitecek projelerimle ilgileneyim artık. Dijital Medya içinde iş yapıp, kendi işlerine vakit ayıramayan biri olarak herkese selam olsun.
Haftanız çok güzel geçsin.
Sevgilerimle.